Bilgisayar Oyunlarının Filmleri Neden Her Zaman Kötüdür?

Neredeyse herkesin sorduğu bu basit sorunun, birçok cevabı var, ancak hiçbirisi sonucu değiştirmediğine göre, belki, sadece belki, sonuçlardan çok, iki farklı eser türünün birbirleri arasındaki farklara odaklanmakta fayda vardır. Bu yazıda da, çeşitli örneklerle sinema ve bilgisayar oyunları arasındaki anlatım ve ifade farkları üzerinden, bilgisayar oyunlarının, beyazperdeye yansıtılmasında karşılaşılan sorunlardan bahsetmeyi uygun gördüm.

8-bit dönemi bilgisayarlarındaki oyunlar, bilgisayarların kapasitelerindeki kısıtlılık nedeni ile oyunculara çok özgür iradeler sunmazlardı. Yapılması gerekenleri, doğru zamanlarda yapmaktan ibaret ve sürekli aynı işlemleri gitgide zorlaşarak yapmanızı bekleyen kod yığınları olan bu oyunların, görsel açıdan basit olmaları da, o dönem oyuncularının ekran kartı güçlerinin kendi hayal güçleri ile orantılı olmasına yol açardı. Bu oyunların arasında çok iyi örnekler de vardı elbette, ancak hala bir sinema filmine yön verecek kadar içeriği barındırma gücüne sahip değillerdi. O yüzden bu dönemlerde sinema filmlerinin oyunları sıklıkla piyasaya sürülürdü. Rambo, Die Hard, Platoon, The Terminator gibi yüzlerce filmin oyunları piyasaya sürülür ve oyun yapımcısı şirketler, filmin popülerliği sayesinde kasalarını doldururdu. Aslına bakarsanız, o dönemde de bu oyunların çoğu kötüydü. Hele bir E.T. faciası vardır ki, bir dönem bilgisayar oyunlarının sonunu getirdiği düşünülecek kadar kötü bir oyundur. Kendi başına belgeseli çekilecek kadar ilginç bir konudur ki, bu da başka bir yazıda değinmeyi düşündüğüm bir olay.

Fotoğraf Vladimir FedotovUnsplash

Bilgisayar oyunlarının sinema filmine yön verecek kadar güçlü anlatıma sahip olacakları dönem de aslında pek uzak değildi. 1993 yılına geldiğimizde Super Mario Bros oyununun öyle büyük bir kitlesi olmuştu ki, oldukça basit sayılabilecek hikayesi, bir sinema filmine evrilecek kadar yapımcıların iştahını kabartmıştı. Ardından Double Dragon ve Street Fighter filmleri geldi ki, bu oyundan devşirme filmler “şaşırtıcı derecede kötü” filmler olarak tarihte yerlerini aldılar. Bazıları gişede kar etseler dahi, çoğunlukla oyunun hayran kitleleri tarafından yerden yere vuruldular. Yine de, sinema yapımcıları ısrarla bilgisayar oyunlarına filmler çekmeyi sürdürüyorlar. Bir makalede yer alan bilgiye göre, şu anda bilgisayar oyunlarını temel alan ve planlama aşamasında 60 civarı film var. Bunlardan bazıları Call of Duty, Five Night at Freddy’s, Uncharted, Metal Gear Solid, Tomb Raider (yeniden), Fruit Ninja ve hatta Tetris. Tabii Tetris için nasıl bir senaryo yazılacağı da aklıma takılmıyor değil.

Yapımcılar ve yönetmenler, yıllardır “yeni büyük şeyin” bilgisayar oyunlarından uyarlama filmler olduğunu söylüyor ve bunda ısrarın temelinde, bu filmlerin ne kadar kötü olurlarsa olsunlar, gişede kazanç elde etme garantisi taşımaları yatıyor. Haklarını vermek gerekirse, Resident Evil için Milla Jovovich ile yaratılan alternatif evren, her ne kadar oyundaki hikayeye çok uzak kalsa da, gişede gayet başarılı sonuçlar elde etti. Mortal Kombat ilk filmi ile oyun severlerin beğenisini olmasa da, sempatisini toplamayı başardı, ancak bu yüzlerce film içinden cımbızla çekebileceğiniz birkaç örnek olabilir sadece.

Hollywood, bir sonraki büyük şeyi bulmakta kararlı davranacaktır, o konuda şüphem yok. 50’li yıllarda bilim kurgu ve western filmlerle başladıkları “büyük şey” akımında, 60’larda savaş filmlerini sıraladılar. 70’lerde bilim kurgu sinemasının en haşmetli örneklerinden Star Wars ve Alien serisi gibi filmlerin etkisiyle popüler kültüre yüzlerce bilim kurgu eseri kazandırıldı, ardından aksiyon filmleri geldi ki, Arnold Schwarzenegger’ın kasları ile Steven Seagal’in kaşları arasında bir yerde gına getirene kadar bu süreç devam etti durdu. Günümüzde ise ne zaman biteceğinden emin olamadığımız çizgi roman evrenleri ile karşı karşıyayız. Bu kötü bir şey değil elbette, sadece burada belirtmek istediğim, ana akım sinema olarak izleyiciye sunulanın ne olacağında, Hollywood film endüstrisinin gücünün etkisi.

Bu güç Hollywood’un nitelikten çok, kazancı hedeflemesinden ileri gelir. Sundance Film Festivalinde ödül alacak kadar iyi senaryoları reddederken, klişe üstüne klişe dolu senaryolara, tanınmış yıldızları doldurup, kar etmesi garantili filmler yapmayı hedeflerler. Evet, sinema bir sanattır, ve Hollywood yapımları arasında da önlerinde saygıyla eğileceğim sanat eserleri, yönetmenler ve oyuncular vardır. Yine de bu Hollywood’un “önce para” yaklaşımını değiştirmez. Disney, Warner Bros vb şirketler kar etmesi ihtimalini düşük gördükleri hiçbir projeye onay vermezler, verseler dahi o filmde öyle değişiklikler yaparlar ki, orjinal senaryo ile ekranda izlediğiniz arasında dağlar kadar fark olacaktır.

İşin ilginç noktası, bilgisayar oyunlarından esinlenerek yapılan filmler en kötü ihtimalde bile zarar etmemektedir. Film endüstrisinin kazanç kapısı sadece sinema ve yayınlardan elde ettikleri gelir olmadığı için, filmle ilgili bir çok koleksiyoncuyu etkileyecek figürler, kıyafetler vb yan ürünlerle çoğunlukla kar etseler de, gişede rekor hasılatlara ulaşan filmler pek azdır. Örneğin Resident Evil serisi 1 milyar dolardan fazla kar etmiştir. Bu tür rakamlar dünyanın neresinde olursa olsun, yatırımcıların iştahlarını kabartmak için yeter ve artar bile.

Aslına bakarsanız, bu oynadıkları rus ruleti mantıklıdır, çünkü bu rulette kurşun yoktur, olası en fazla zarar patlama sesinden kulakta geçici sağırlık kıvamında bir para kaybetmedir. Kazananın her şeyi aldığı, kaybedenin de çok zarar görmediği bir durumdayken önünüze Metal Gear Solid serisi konulunca iştah kabartıcı olması çok doğal. Veya The Last of Us, hatta Mass Effect. Hepsi de hazır kitlesi olan, hikayeleri gayet derinlik taşıyan, ve bu hikayeleri üstün anlatımlarla oyunculara sunan eserlerdir. Doğal olarak zarar etme riskleri çok düşük, kar olasılığı da ziyadesiyle yüksek görülebilir.

Ancak…

Bu oyunları beyazperdeye aktarmaktaki temel sorun, Hollywood’un oyunların neden eğlenceli olduğu konusunu temel bir yanlışa dayandırmasıdır. Bu yanlışı da izninizle açıklayayım.

Bilgisayar oyunları eğlencelidir, çünkü filmlere benzer bir şekilde günlük hayatın tekdüzeliğinden, gerçekliğin sıkıcılığından kaçış imkanı sunarlar. Oyunu oynayan kişi, kendini uzak diyarlarda bulur, yeni galaksiler keşfeder, hatta bir aile kurmak için sanal karakterini köle gibi yönettiği odalarda zamanını geçirir. Bunları yaparken gerçeklikten uzaklaşma hali de fazlasıyla mevcuttur. Prensesi kurtarmak için kanalizasyon borularında gezinebilirler, ejderhaları dize getirmek için dağlara tırmanabilirler, süper askerlerden oluşan bir orduyu tek başlarına dize getirebilirler. İşte oyunlarla, filmler arasında gözümüzden kaçan temel fark da bu eylemleri oyuncunun kendi tercihleri ile, kendi yönetiminde yapabilmesidir. Filmler izlenir, oyunlar oynanır. Eğer bilgisayar oyunları sanat mı değil mi diye soracak olursanız, diğer sanat dalları ile en büyük ayrışma buradadır. Sanatın tüm diğer dallarında kişi izleyicidir, pasiftir, oyunlarda ise kontrol edendir, aktiftir. Film izleyen birisi bir katliam sahnesi izlerken suçluluk duymaz, ama bir oyun sizi yüzlerce insanın hayatına mal olacak bir karar vermeye zorladığında, oyuncu pişmanlık ve suçluluk duygusu ile yüzleşebilir.

Bu temel farka rağmen, bilgisayar oyunları sanat değildir demek benim için manasız bir romantizmdir. Çünkü kolektif bir sanat olarak bilgisayar oyunu, içinde tasarımdan, edebiyata, anlatıdan, görsel sunuma birçok sanatsal unsuru barındırır. Hatta en ummadığınız taş olarak, baş yarabilir. Undertale isimli bir oyunu incelemenizi öneririm. Fazlasıyla basit grafikleriyle, 17 yaşında bir gencin bir arkadaşıyla yazdığı hikayeden yarattığı bu oyunda, hikaye fazlasıyla katman içerir, her alacağınız karar oyunun sonunu etkiler, ister oyunda hiçbir düşmanı yenmeden pasifist bir tavır sergilersiniz, ister oyundaki tüm karakterleri öldürerek (oyundaki tabiri ile) bir soykırım gerçekleştirebilirsiniz.

İşte tam bu kontrol ve hükmetme farkını bilgisayar oyunlarının beyazperde uyarlamalarında görebilirsiniz. Angelina Jolie, Tomb Raider filminde aksiyon doludur, ama bir Indiana Jones karakteri gibi değildir. Çünkü Indiana Jones karakteri mezar yağmalarken, biz sadece izleyendik, ama Lara Croft mezar yağmalarken biz kontrol edendik, ve bu anı hafızamızın bir yerinde hala duruyor. Aslına bakarsanız Assassin’s Creed filmi orjinal oyun serisine gayet yakın sayılırdı, ama oyunda parkur hareketlerini başarırken, sessizce bir kaledeki tüm askerleri indirdiğimizde aldığımız zevki, Michael Fassbender ile bulmamız imkansızdı. Bu Fassbender’in oyunculuğuna bağlı değildi, aldığımız hislerdi bunun nedeni. Oyun başkaydı, film başka.

Bu konu ile ilgili karşıt görüş genellikle Twitch ve Youtube üstünde oyun oynayanları izleyen kitleyi örnek gösterir. Şimdiden kısaca cevabını vereyim. Twitch ve Youtube oyuncularını izleyen kimse, salt oyuna odaklı olarak o kanallara girmez. Konu neyin oynandığından çok, kimin oynandığıdır. Maksat ise arkadaşlarla toplanıp oyun oynanan gecelerdeki samimi havayı, o kanalın müdavimleri ile yakalayabilmektir.

Birçok oyunu oynarken karakterle özdeşleşirsiniz. Metal Gear Solid oyununda Snake ne kadar karikatür bir karakter olsa da, Meryl’ı kurtarmak veya kurtarmamak tercihinizin sonuçlarını Snake ile benzer duygularla yaşarsınız. Uncharted oynarken Nathan Drake diye bir serseri oyunda yapacağınız tercihlerle değişik ruh halleri sergileyebilir. The Last Of Us oynarken Joel ile Ellie’nin yakınlaşma hikayesinde bir baba gibi hissedersiniz. Çünkü bu bahsettiğim oyunlardaki karakterler, sadece izlemesi eğlenceli karakterler değildir. Oyun içinde yaptığınız tercihlerle sosyal ilişkilerini geliştiren veya zayıflatan kişiliklerdir. Bir filmde karakterler senaryolardaki çeşitli hamlelerle size anlatılırken, oyunlarda geçmişi belli olan ama geleceğinin planlaması sizin ellerinize bırakılmış karakterlerle karşı karşıyasınızdır.

La-Li-Lu-Le-Lo diye bir şifreyi bir senaryoya koysanız büyük ihtimalle tercihiniz bir komedi filmi olurdu. Ama Metal Gear Solid gibi bir oyunda bu şifreyle karşılaştığınızda saçmalık diyip geçemezsiniz. Çünkü oyunun öyle bir noktasında, karakterle öyle bütünleştiğiniz bir anda bu saçmalıkla karşılaşırsınız ki, oyunu bırakmayı aklınızdan bile geçirmezsiniz. Genelde bu tür durumlar da, oyunlarda “cutscene” denilen anlarda göze çarpar. Cutscene, kısaca oyundaki anlatının size bir sinema sahnesi gibi sunulduğu, kontrol etmediğiniz anlardır. Ancak bu anlar her zaman oyunculara oyundaki tüm eylemlerinin sonucu olarak verilir. Daha da ileri gidelim. Fallout 3, Half-Life, The Legend of Zelda, Portal gibi oyunlarda karakterinizin sesi bile yoktur. Hatta bazılarında diyalog bile yoktur. Ama oyunun atmosferi ve hikayesi içinde sözlere bile gerek kalmayacak şekilde bir ortam sunmaktadır.

Bir sıkıntılı durum da film ve oyun arasındaki süre farkıdır. Bugün ortalama bir oyun için bilgisayar başında 10 ile 20 saat arası bir süre geçirirsiniz. Oysa bir filmin süresi doğal olarak sınırlıdır. 2 saatten uzun filmleri tercih etmeyen birçok tanıdığınızı gözünüzün önüne getirin. Bu kişilerin çoğu bilgisayar oyunu başında bu saatlerini harcamaktan rahatsız olmazlar. Tabii ki, bir oturuşta onlarca saatlerini harcamazlar, ama kayıt edip kaldıkları yerden devam ederek, oyunda sunulan dünyanın sanal gerçekliğinde yaşamlarına devam ederler. Bu süre içinde bir anlatının oyuncuya daha ikna edici gelmesi gayet makul bir olasılıktır, oysa ki filmlerde süre sınırlıdır, ve anlatı daha kompakt ve daha sade halde izleyiciye ulaştırılmalıdır.

Belki de diziler, bilgisayar oyunlarını ekrana yansıtmak için daha iyi bir tercih olabilirler. Belki de hiçbir bilgisayar oyunu sinemaya aktarılmamalıdır. Belki de bir film çıkar ve tüm bu sıkıntılı durumları aşıp, herkesten tam puan toplar. Bilmemiz mümkün değil. Ancak emin olduğum bir şey var ki, bir bilgisayar oyununun sinema uyarlamasının lansmanına heyecanlandığım günler çok geride kaldı.

    Leave Your Comment Here

    This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.